Vehbi Koç Vakfı Ansiklopedisi size en iyi hizmeti sunabilmek için çerez kullanmakta. Onaylamanız durumunda çerez kullanımını kabul etmiş olacaksınız. Çerez kullanımı ile ilgili detaylı bilgi için tıklayın.

Koç, Sadberk

Koç, Sadberk (d. 1908, Ankara - ö. 23 Kasım 1973, İstanbul), eö AKTAR, Koç Holding’in ve Vehbi Koç Vakfı’nın (VKV) kurucusu  Vehbi Koç’un eşi, Semahat Arsel, Rahmi M. Koç, Sevgi Gönül ve Suna Kıraç’ın annesidir. Koç Holding’in kurucu ortaklarındandır.

Ankara’nın tanınmış ailelerinden Aktarzadeler’den Sadullah Efendi ile gene Ankaralı eski bir aile olan Kütükçüzadeler’den Nadire Hanım’ın dört çocuğunun ikincisi olarak dünyaya geldi. Çocukluk yılları Ankara’da geçti. Mayıs 1918’de annesi ve kardeşleriyle birlikte, İstanbul’da ticaretle meşgul olan babası Sadullah Efendi’nin yanına taşındı. Sadullah Efendi kardeşleriyle beraber Ankara’da açtığı mağazada satılacak malları tedarik edip göndermek, bu arada yine ortak oldukları tiftik ticaretini yürütmek için birkaç yıldır imparatorluk başkentinde bulunuyordu. Aile hep birlikte Kadıköy’ün Yeldeğirmeni semtindeki ahşap bir konağa yerleşti.

Sadberk Koç, geleneklerine çok bağlı bir kadın olan annesinin kaygılarına rağmen, Batılı yaşam tarzını benimsemiş olan babasının kararıyla kız kardeşi Melahat’le (Çubukçu) birlikte mahalledeki Sainte-Euphémie Fransız Kız Orta Mektebi’ne (bugün Kemal Atatürk Anadolu Lisesi) yazdırıldı; ağabeyi Emin de (Aktar) gene Kadıköy Şifa’daki Fransız Saint-Joseph Mektebi’ne (bugün İstanbul Özel Saint-Joseph Fransız Lisesi) kaydoldu.

Sadberk Koç 1925 yılında, ablası Adile’nin (Mermerci) evlenmesinden kısa bir süre sonra, teyzesi, Kütükçüzadeler’den Fatma Hanım ile eniştesi Koçzade Mustafa Rahmi Efendi’nin (Koç) (bkz. Koç Ailesi) kararı doğrultusunda oğulları Vehbi Koç’la nişanlandı. Genç çift 1926 başında evlenip Vehbi Koç’un anne babasının Ankara Ulus’taki ahşap evine yerleşti. Bundan bir süre önce eşini kaybetmiş olan Sadberk Hanım’ın annesi de, oğlu ve küçük kızıyla birlikte Ankara’ya taşındı.

Vehbi Koç evliliğini anlatıyor…
Yıl 1925’in sonları... Ben 24 yaşıma gelmiştim. Çocuk denecek çağda, 16 yaşında işe başladığım için, aklım sadece çalışmak, para kazanmak, aynı işi yapanlar arasında adımı duyurmak, yeni iş alanları bulmaktaydı. Evlenmeyi hiç düşünmemiştim.

Anlaşılan, yaşım 25’e yaklaştığı için, annem babam beni evlendirmeye karar vermişler. O devirde Anadolu’da bir gelenek vardı; kızları en geç 18-20, erkekleri de askerliğini bitirir bitirmez, 25 yaşında evlendirmek isterlerdi. Bu isteğin nedeni, yuva kurulsun, erkek, kız başka yola sapmasın, gençlikte çocuk yapılsın düşüncesiydi. Doğacak çocukların da oğlan olması istenir ve dört çocuk beklenirdi. “Bir anaya, bir babaya, bir ödek, bir yedek” derlerdi. Erkek çocuklardan birinin askerde öleceğini aile baştan bilirdi, birini ödek saymak bu yüzdendi.

Bir gün annem, “Seni evlendireceğiz” dedi. “Kiminle?” diye sordum. “Teyzenin kızıyla” dediler. Annemin kız kardeşinin kızını almaya karar vermişler.

Anadolu’da belki de iyi olmayan bir gelenek vardı; hem servet dağılmasın diye hem de birbirlerini iyi tanır, iyi geçinirler düşüncesiyle, gençleri yakınlarıyla evlendirirlerdi. Aynı soyun süregelmesi bazen atalardan gelen hastalıkların çocuklarda da görülmesine yol açardı.

Hiç karşı gelmedim. O zaman şimdiki gibi nişanlılar bir araya gelsin, yesin, içsin, her istedikleri yere gitsin yoktu. Nişanlılar birbirinden kaçardı. Bir genç nişanlısını ancak nikâhtan ve düğünden sonra görebilirdi.

Beni nişanladılar. Yüzük takmak âdetti, taktık. Anlaşılan babam bana sünnet düğünü yapmadığı için evlenirken iyi bir düğün yapmaya karar vermiş. Ben de para kazanıyordum. Ankara’da Karaoğlan Çarşısı’ndaki evimiz istimlak dolayısıyla yıkılmıştı. Maliye Bakanlığı’nın karşısında üç katlı ahşap bir ev yaptırmıştık. Sonradan bu evde Celal Sahir, daha sonra da Atıf Benderlioğlu oturdu. Üstünde leylek yuvası vardı. Daha sonra belediyenin istimlakiyle o ev de yıkıldı. Ben evlendikten sonra ailece o eve taşındık.

1926 yılının ilk haftasında düğünümüzü yapmaya karar verdiler. Nikâhımız kayınpederim Sadullah Efendi’nin Ulucanlar’daki evinde kıyıldı. Bizim evde de düğün yaptık. Düğünlerde öğle yemeği davetlerine hacılar hocalar, dost erkek ve kadınlar katılırdı. Akşamları da, o zaman alafranga sofra derlerdi, içkili yemek verilirdi. Hafta cumadan başlardı. Bizim düğün de cuma günü başladı, gece gündüz tam bir hafta sürdü. O hafta babam da, annem de, ben de çok yorulduk, perişan olduk.

O vakit Ankara’nın tanınmış kişileri İstiklal Mahkemesi başkan ve üyeleriydi; Ali Çetinkaya, Kılıç Ali, Necip Ali, Dr. Reşit Galip beyler düğüne geldiler. Münir Nurettin Bey de Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti’ndeydi, o da geldi, güzel şarkılar söyledi. Perşembe günü öğleden sonra gelin, kız evinden oğlan evine gelir ve bir törenle gelinin yüzünü güvey açardı.

O kadar yorulmuşum ki gelinin yüzünü açmayı unutmuşum. Neyse, uyardılar da gelinin yüzünü açtık. Evlendiğim, teyzemin kızı Sadberk Hanım’ın yüzünü yakından ilk defa böyle gördüm. Evlilik hayatımın ve aile düzenimin, iş hayatımdaki başarımda çok büyük yeri vardır.

O devirde evlenen çiftler için balayı denen âdet yoktu. Gelin eve gelir, ertesi gün işe başlardı. İlk haftalar misafir üstüne misafir gelir, kayınvalide, kayınpeder erken kalkar, gelin onlara hizmet ederdi. O vakit evde çok çalışmak âdetti. Kadınlar hem hizmet eder hem çocuk büyütürlerdi, gene de sağlam ve sağlıklı olurlardı.

Evlenme konusundan söz ederken benim için önemli bir görevi de yerine getirmek istiyorum.

1926 yılında evlendim. Bugüne kadar Bayan Koç’un başarılarıma büyük etkisi olmuştur, iş hayatının bitmek tükenmek bilmeyen çeşitli sıkıntıları vardır. Sabah erkenden işe başlayan ve akşam asık bir yüzle eve gelen erkeği hanımının karşılaması, “Rahatsız mısın, yorgun musun” diye gönlünü alması, eğlence ve zevklerinden mahrum kalarak erkeğinin gidişine uymasının büyük önemi vardır. Çocuklar anne babayı daima bir fotoğraf makinesi hassaslığıyla örnek alırlar. Bu bakımdan anne babanın, çocukları yetişinceye kadar büyük fedakârlıklar göstermesi gerekir. İşte Bayan Koç, bunca yıl bütün bu hususlara azamî dikkati göstermiş ve ben çok meşgul olduğum için dört çocuğumuzun yetişmesinde en büyük yükü omuzlarında taşımıştır. Kendisine minnettarım.

Can Dündar, Özel Arşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç, 5. Bas., Doğan Kitap,
İstanbul, 2007, s. 64-68

Sadberk Koç ailenin Ankara Keçiören’deki bağ evinde (bugün VEKAM’ın[*] faaliyet merkezi) 1928 yılında kızı Semahat’i, 1930 yılında da oğlu Rahmi Mustafa’yı dünyaya getirdi. Çocuklarının mutlaka yabancı dil öğrenmesini istediğinden onları yabancı dadıların desteğiyle büyüttü. 1938 yılında üçüncü çocuğu Sevgi, 1941’de de küçük kızı Suna doğdu. Geleneklerine bağlı, müşfik bir anne olan Sadberk Hanım’ın çocukların yetiştirilmesi başta olmak üzere aile içi işlerin tüm sorumluluğunu üstlenmesi, Vehbi Koç’un bütün gücünü ve dikkatini işine vermesine imkân sağladı. Çocukların eğitimlerini İstanbul’da sürdürmeleri ve Vehbi Koç’un iş yaşamına İstanbul’da devam etmek istemesi nedeniyle aile 1951’de İstanbul’a taşındı ve Şişli Halaskârgazi Caddesi’ndeki Çankaya Apartmanı’na yerleşti.

Sadberk Koç’un en büyük merakı elişleri yapmak, bahçesiyle uğraşmak ve şifalı otlarla ilgilenmekti. Türk-Osmanlı işi kumaş, işleme ve giysilere olan merakı ise zamanla bir koleksiyoncu ilgisine dönüştü. Koçtaş arazisinin kendisine tahsis edilen kira geliriyle topladığı parçaları evinin üst katında bavul ve sandıklarda saklıyor ve zamanla seçkin bir koleksiyon niteliği kazanan bu eserlerin kendi adını taşıyacak bir müzede sergilenmesini arzuluyordu. Ancak Vehbi Koç’un o dönemde bu fikre sıcak bakmaması, Sadberk Hanım’ın kişisel gelirlerinin de böyle bir iş için yeterli olmaması nedeniyle sağlığında bu hayalinin gerçekleştiğini göremedi. Sadberk Koç 1967 yılı başında geçirdiği bir rahatsızlık sonrasında hazırladığı vasiyetnamesinde, kendi adına bir müze açılamayacağına kanaat getirmiş olsa gerek ki, “topladığı birkaç şeyin” Ankara ya da İstanbul’daki bir müzenin yanına yapılacak ek bir pavyonda sergilenmesini ve bu pavyona kendi adının verilmesini istemişti.

1971’de kanser teşhisi konulan ve Londra’da geçirdiği iki ameliyata rağmen kurtarılamayan Sadberk Koç, 23 Kasım 1973’te vefat etti ve Zincirlikuyu’daki aile mezarlığına defnedildi.

Vehbi Koç eşinin ölümünden sonra onun arzusunu yerine getirmek üzere harekete geçti. Ailenin girişimleri sonucunda özel şahısların müze kurmasına imkân tanımayan mevzuatta değişikliğe gidildi ve Vehbi Koç 1977 yılında, Büyükdere’de sahibi olduğu Azaryan Yalısı’nı, eşinin anısını yaşatacak bir müzeye dönüştürülmek üzere VKV’ye bağışladı. Tadilattan geçirilen ve Sadberk Koç’un koleksiyonundan objelerin sergilendiği bina Ekim 1980’de Sadberk Hanım Müzesi adıyla Türkiye’nin ilk özel müzesi olarak faaliyete geçti.

Sevgi Gönül: “Anneciğim, seni özlüyorum...”
Ezelden beri eskiye püsküye meraklı rahmetli annemle beraber bitpazarlarını ve kötenecileri dolaşırdık.

Bu tür dükkânlarda -ki bunlara dükkân demeye bin şahit lazım- bütün eski zannedilen ve hakikaten eski olan eşyalar karmakarışık birbirinin üzerine yığılı bir şekilde, toz ve pislik içinde sergilenirdi.

Aralarından eski bir şeyler bulup çıkarmak için iyice dikkatli bakmak ve uzun uzun vakit harcamak gerekirdi. Çok nadir de olsa bazı ilginç ve eski parçalar yakalamak mümkündü. Hem de çok ehven fiyatlara.

O zamanlar İstanbul’da bugünkü gibi bilinçli antikacılık yapan esnaf tek tüktü, okumuş yazmış bitpazarcılar yoktu. Bu tür dükkânlarda çok eğlenirdim. Kimsenin görmediği bir eşyayı yakalamak, zor da olsa, anneme ve bana çok haz verirdi.
 
Sevgi Gönül, Sevgi’nin Diviti, Vehbi Koç Vakfı Yayınları, İstanbul, 2003; s. 84; Hürriyet, 16 Aralık 2001
***
Annem, son derece konservatif ve geleneklerine bağlı bir insandı.

Dindardı, çok hastalık çeken ablam yüzünden midir nedir, Allah’ına güvenen ve ibadetini eksik etmeyen, fakat gayrimüslimlerden de çok dostu olan bir kişiydi. Çok yumuşak sesli ve çok yumuşak başlı olmasına rağmen çok disiplinli yetiştirmişti hepimizi. Hepimizle ayrı ayrı ilgilenir ve şefkatini esirgemezdi.

Hayatı boyunca kayınvalidesi ile yaşamıştı ve babamıza çok saygılıydı. Onu eve geldiği veya gittiği zaman muhakkak karşılar yahut geçirirdi.

Beraber yaşadığımız günlerde kavga ettiklerine sadece bir gün şahit olmuş ve ne yapacağımı şaşırmıştım. Babam işkolik bir adamdı, karısının arzularını yerine getirmeye vakti olmazdı ve son derece titiz olduğundan dağınıklığa tahammülü yoktu, zor bir adamdı.

Annem bütün bu zorluklara göğüs gerer, sesini çıkarmazdı. Ben olsam tahammül etmezdim, zahir, babamı çok severdi. Üstüne üstlük o devirde flört etmek mevzubahis olmadığı ve babam da teyzesinin oğlu olduğu halde sadece bir kere görüp öyle evlenmişti.

Çok titiz ve süper bir ev kadınıydı. Ev ekonomisinin ne olduğundan çok iyi anlardı. Yemek pişirmeyi bilmediği için devamlı ahçının yanında bu bilgisizliğinin kompleksini yenmeye çalışır ve bizlere yalvarırdı, “Ne olur mutfağa girin ve ahçıdan bir şeyler öğrenin” diye. Herhalde ters tepmiş ki, hiçbirimiz yemek pişirmeyi öğrenemedik. Aşk mideden geçer hesabı...

Bizim sorunlarımızı babamıza hiç taşımadı, hep kendisi halletmeye çalıştı. Bizler evlenirken cebimize yüklü miktarda para koymuştu. Zira kendi annesi para vermemiş, annem de o zaman yeni gelin, istemeye utanmış ve günlerce parasız yaşamış, sıkıntı çekmişti. Yine bizlere evlenirken nasihat etmişti, “Kocalarınızla kavga ederseniz sakın ha bana anlatmayın, zira siz koynuna girer unutursunuz, ama ben unutamam” diye... Hep damatlarının ve gelininin tarafını tutardı. Onlara son derece saygılıydı, sırf biz kızları ve gelini mutlu olsun diye. Onları kapıdan karşılayıp geçirirdi, tıpkı kocasına yaptığı gibi. İyi bir ev sahibesiydi ve hiçbir zaman övünmezdi.
Çok güzel örgü ve dantel örerdi. Çok çalışkandı, hiç boş oturmazdı. Politikayı yakından takip ederdi ve kocasından dolayı bütün politikacı hanımları ile görüştüğü gibi Anadolu bayilerinin hanımlarını da aynı zarafetle ağırlardı.

Bahçeye ve çiçeklere çok meraklıydı, özellikle de bitkilerden yapılmış olan kocakarı ilaçlarına. Hepsini de bizim üzerimizde denerdi. Hepimize zorla eşek sütü içirmişti, çünkü anne sütüne çok yakın olduğuna inanırdı. Eli açıktı, bir seyahate, herhangi bir yere gittiği zaman herhangi bir alışverişi mutlaka beş adetti. Bir kendi evine, bir de biz dört çocuğa alınırdı. Hiçbir zaman bizi birbirimizden ayırmadı. Her çocuğunun her şeyi tamam olmalıydı. Güzele meraklıydı. Aldığını güzel seçerdi.

Bazen düşünüyorum da, iyi ki çocuğum olmadı diye seviniyorum. Çünkü ben hiçbir zaman onun kalitesinde, onun gibi şefkatli, onun gibi fedakâr bir anne olamazdım. Allah kime ne vereceğini gayet iyi biliyor.

Kısa süren hayatın bütün bu fedakârlıklara değdi mi bilmiyorum ama, hiç değilse seni burada sevgiyle anmama sebep oldu.

Anneciğim seni özlüyorum.

Sevgi Gönül, Sevgi’nin Diviti, s. 128-129; Hürriyet, 12 Mayıs 2002
***************
“Anacığımın kokusu 30 senedir hâlâ burnumda
Annem neredeyse hayatı boyunca kayınvalidesiyle yaşadı. Çok çalışan ve çalışmaktan başka hiçbir zevki olmayan bir kocası vardı. Üstüne üstlük para kazanmakla birlikte parasını daima işine yatırıp lüksten kaçınan bir adam... O kadar ki, o devirde herkesin gitmeye can attığı Cumhuriyet Balosu’na bile, eve gelen berberle uğraşarak saçlarını yaptırmış ve bütün gün hazırlanarak giyinmiş kuşanmış bir kadına son dakikada rahatlıkla “Ben çok yorgunum bu gece gitmeyelim” diyebilen bir koca. Kız kardeşinin genç yaşta ölen kocası dolayısıyla manen desteği üstlenen babama çok yardımcı olmuştur annem. Velhasıl çilekeş bir kadındır ve Vehbi Koç, bugün koskoca bir iş âlemi kurabilmiş ise başarısının yüzde ellisini karısına borçludur, bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Babam çok titiz bir adamdı, muntazam çekmeceleri açar, en alttaki mendili çekerek dolapların tekrar düzeltilmesini isterdi. Hiç unutmuyorum, ameliyat olmuştu ve yataktan ilk kalktığı gün dosyaları tertiplemişti, titizliğine şaşmıştım. Annem, işte bu zor adama tahammül etmişti. Hep merak ederim, acaba görmeden, tanımadan evlendiği bu adama âşık mıydı diye. Bunu hiçbir zaman anlayamadım. Malum ya, Anadolu terbiyesi bu; hisler belli edilmemeli, yoksa ayıptır. Annem babama çok hürmet ederdi. Bütün ev babamızın yaşantısına göre ayarlanırdı. Yemek saatleri, uyku saatleri, haber dinleme saatleri, her şey, her şey ona göre ayarlanırdı. Biz kızlar da her ne kadar onun gibi fedakâr değilsek de, anamızdan ne gördükse, benzerini kendi kocalarımızda tatbik etmeye çalışmaktayız.

Annem, dört çocuğunu büyüttü. Her birimizin bazı sıhhi sorunları, okul sorunları oldu ve hepsiyle annemiz uğraştı; babamıza bizim sorunlarımızı yansıtmamaya çalışırdı, adamcağız işinde sakin kafayla çalışabilsin diye.
 
Sevgi Gönül, Sevgi’nin Diviti, s. 262; Hürriyet, 11 Mayıs 2003
Suna Kıraç’ın anılarında annesi Sadberk Koç
Çok iyi bir anne ve mükemmel bir ev kadınıydı. İnce el işlerine meraklıydı, çiçeklere büyük sevgisi vardı. Yaşantısını ve çevresini güzelliklerle doldurdu. Ufak bir kumaş parçasını bile değerlendirirdi. Yaşamının son günlerine kadar biz evlatlarına, akrabalarına halis süt içirmek için inek besler, bundan mutluluk duyardı. Tek yakındığı konu süt bidonlarını geri vermememizdi.

Koç Ailesi’ni güzellik, tarih ve sanatla buluşturan ilk kişiydi. Babam gibi düzenli yaşamaya özen gösterirdi. Annem hiçbir düğünün sonuna kadar kalıp, düğün pastasının kesildiğini göremezdi. Çünkü “geç saatte uyunursa, geç kalkılır ve ertesi gününün enerjisinden çalınır” derdi. Koç Topluluğu’nun değil, Koç mutfağının patronuydu.

Annem sıra dışı bir hanımdı. Bir taraftan örf ve âdetlere uyum sağlayan, diğer yönüyle de zamanına göre son derece çağdaş bir kadındı. Pazara giderken eşarp takan, nikâha giderken şapka giyen bir yapıya sahipti. Babam gibi az konuşur, çok dinlerdi. Tok gözlü, babam zengin olduktan sonra da tevazuunu yitirmeyen bir kişiliği vardı. Aslına bakılırsa yemek yapmayı hiç bilmezdi ama iyi tarif ederdi. Her zaman bir aşçısı olmuştu. Uzun vadeli düşünürdü. Bizler henüz küçükken bile her gittiği yerden “üç kız var” diye gelinlik kumaş alırdı. Alışverişi çok severdi.

Titiz bir hanımdı. Beyaz çarşaf ve havludan başka bir şey kullanmazdı. Kendi çarşaflarını kendi dikerdi. Ne alırsa 24 kişilik veya 36 kişilik alırdı. Bonkördü. Hediye vermeyi çok severdi. Babam annemi “hanım” diye çağırırdı. Başkaları da “hanımefendi” derdi. Bu lakap anneme çok yakışırdı. İsminin sıra dışı olmasından kaynaklanıyor olsa bile çok kişi hürmette kusur etmemek için bu lakabı kullanırdı. O büyük özlemi olan müzesi kurulduğunda Sadberk Koç yerine “Sadberk Hanım” denilmesinin ardında da onunla özdeşleşmiş bu lakap etkili oldu. (s. 20-21)

Ankara’da erkek çocuklar daha önemliydi. Kız çocuklar ikinci planda gelirdi. Annem bu konuda son derece ısrarcı olarak birtakım kararların alınmasında etkili oldu. Bizim çok iyi eğitim görmemiz, iyi yetişmemiz veya ileriki yıllarda da şirketlerde eşit pay sahibi olmamız açısından çok önemli bir unsura dikkat ederdi. Ailedeki en büyük sorunların kardeşler arası eşitsizlikten kaynaklandığını söylerdi. Bu konuda babama büyük baskı koydu. İş hayatına atılmamızda aslında kararı babam verdi. Annem destekledi. (s. 91)
 
Suna Kıraç, Ömrümden Uzun İdeallerim Var, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Yayınları, İstanbul, 2006
Abadan Unat, Nermin

2012 yılında eğitim alanında verilen Vehbi Koç Ödülü’nü alan siyaset bilimci.

İNCELE